Gerçek ismi: Fahrettin Cüretlibatur
Namı: -
Doğum tarihi: 08.09.1937
Doğum yeri: Eskişehir
Eğitimi: İstanbul Tıp Fakültesi
Diğer: Sinemaya bir derginin (Artist) açtığı yarışma sonucunda girdi (1964). Evli ve iki oğlu var.
Cüneyt Arkın'ın kendi kaleminden biyografisiBölüm 1) 1937 yılının Eylül ayında Eskişehir' de doğdum
1937 yılının Eylül ayında Eskişehir' de doğdum. İlk anılarım ablamın melankolik şarkıları, babamın akşamüstleri bahçeyi sularken içtiği rakıya karışan kızgın toprağın, güneşin ve çiçeklerin kokusu oldu. Annem topuklarına kadar uzun saçlı bir kadındı ve gizli gizli ağlardı. Biraz daha büyüyünce günlerim çiftlikte geçmeye başladı. Toprağa karışmış kalın tenli, kaba, kara, büyük elli kadın ve erkekleri seyrederdim tarlalarda. Akşamüstleri bir rüzgar uğuldardı kulaklarımda. Uçsuz bucaksız ovadan geçen treni karma karışık özlemler, korkular, isteklerle beklerdim. Bu benim ilk yalnızlık duygumdu. Ve sonra hep yalnız kaldım.
Tabiatı unutulmaz bir şekilde gözledim. Unutamadığım şeylerden birisi kırlangıçlardı. Onların yuva yapışlarına hayran kalmıştım. Erkek ve dişi kırlangıç, çamuru yutuyorlar. Bunu salgılarıyla birleştiriyorlar. Çalı parçası getiriyor biri, O salgıyla buluyorlar. O yuvanın yıkılmasına imkan yoktur! Bir diğer özellik de kırlangıcın yavrularını yine at kıllarıyla yuvaya bağlamasıdır. Onların yavru kaybetmeleri hemen hemen imkansız gibidir. Sonra bu yavrulara uçmayı ve yaşamayı öğretmeleri de çok müthiştir.
... anam beni Eskişehir Necatibey İlkokuluna yazdırdı. Ne korkunç, diye mırıldanıyordum kendi kendime. Beni topraktan ayırmaya hakkı yok diye geceleri şehirden kaçıp, büyük ırgat ateşleri arasında uyuyordum. Bu anamı üzüyor, babama kıvanç veriyordu. Bir erkek okuyup da ne olacaktı ki. Yine de ilkokulu normal bitirdim. Zaten ders kitaplarından çok kimsesiz çocuk romanlarıyla, taşı toprağı altındır diye İstanbul'a kaçan ve adamı topuğundan vuran canilerin hikayelerini okumuştum.
Çocukluğumun unutulmayan hatıralarından birisi de kış geceleri dinlediğim menkıbelerdi. Daima kahramanlık üzerine idi. Tabii şimdi kelimesi kelimesine hatırlayamıyorum. Beyaz ve kanatlı bir atı olan bir kahraman hep vardı. Ve dünyanın neresinde olursa olsun bir sıkıntısı, acısı olan insanlara yardıma koşardı. Temeli bu idi bu menkıbelerin. Belki bir çoğu da bizim destanlarımızın yeni şartlara uydurulmuş versiyonlarıydı. Mesela Deli Dumrul'u dinlediğimi çok iyi hatırlıyorum. Ve Battal Gaziler, Köroğlu hikayeleri... O yaşlı kadınların inanılmaz muhayyilesinde yeni bir biçim kazanarak aktarılan müthiş menkıbeler. Babamın aldığı, Hazreti Ali'nin cenklerini anlatan kitaplar. O çocuk yaşımda, benim de zülfikar gibi bir kılıcım olmasını isterdim. Kuran-ı Kerim ve mevlid okunur, yaşlı insanlar dini sohbetler yaparlardı. İşte o sohbetlerde hem İslam kültürünü, hem din eğitimini alırdık.
(Bölüm 2) Eskişehir Lisesinde başka bir dünya bulmuştum
Eskişehir ortaokulunda hep pencere kenarında oturup uzak dağlara baktım. Eskişehir Lisesinde başka bir dünya bulmuştum. Kitaplar, kitaplar... Sait Faik, Orhan Veli, Panait Istrati. Ara sıra yazıyor, dergilere gönderiyor ve boyumdan büyük hayaller kuruyordum.
Üniversiteye kadar tam bir bozkır hayatı. Çok az toprağımız vardı. Ağılımız vardı. Sinemaya bile çok zor giderdik. Ablam beni, Eskişehir'de Sakarya caddesindeki sinemaya götürür ve tembih ederdi. "Beşe çeyrek kala çıkacaksın" derdi. Filmin finalini seyredemezdim. Sonraları bir mercek buldum. O kopan filmlerden ayna ile merceğe ışık verir ve gösteri yapardım. Oynadığımız oyunlar da, dinlediğimiz masallardan, menkıbelerden aklımızda kalan savaş oyunlarıydı. Ben okumayı öğrendikten sonra babam, Hazreti Ali, Kan Kalesi Cengi'ni aldı.
Son dönemlere kadar sakladım. Sonra ne oldu o kitap bilemiyorum. Babam üniversiteyi okumamı istemiyordu. Çünkü o zaman ailenin ekonomik sıkıntısı başlamıştı. Pazarcılık da dahil bir çok iş yapıyorduk. Maddi sıkıntımız vardı. Benim babama büyük yardımlarım oluyordu. Bu yüzden beni yanından ayırmak istemiyordu. Ancak annemi ve ablalarım okumamı çok istiyorlardı. Sonunda rızasını aldık.
Mevki ekspres bileti kestiriyorum. İçimde üzüntü var, heyecan var. Çıkıyorum yola... İstasyonlar birer ikişer geride kalıyor, kompartımanda büzülmüş düşünüyorum. Yıllar önce bir defa babamla gelmişim İstanbul'a.
O seyahatten hatırımda kalan bir tek şey var: Sergi Sarayı'nın o taraflarda galiba sanayi sergisinde olacak bir sinema makinesi görmüştüm. Babam çok istememe rağmen makineyi alamamıştı.
(Bölüm 3) İlk defa gurbete çıkıyorum
Hayatımda İstanbul' a gelmemişim.
İlk defa gurbete çıkıyorum. İstanbul'a gelişim, tıpkı ilk filmim Gurbet Kuşları 'ndaki gibidir. Haydarpaşa’ya geldim, valiz, yatak ve yorganımla. Sirkeciye geçtim. O gece otel de kaldım. Ertesi gün imtihana gireceğim.
Ders çalışıyorum. Bir ara kapı açılıyor ve bir adam geliyor. Biraz sonra biri daha, az sonra biri daha. Odada dört yatak var. Biz de dört kişiyiz. Hiç tanımadığım, bilmediğim üç adam. Gece yarısı biri "ışığı kapa" diyor. "Ağabey, ders çalışıyorum" diyecek oluyorum, bir başkası kalkıp düğmeyi çeviriyor. Zifiri karanlıkta yolumu bulup aşağıya iniyorum. Elime bir mum tutuşturuyorlar. Mumun ışığında ders çalışırken kendi kendime yemin ediyorum: Doktor olunca hastanenin ışıklarını hiç söndürmeyeceğim.
Sabah imtihana girdim. Sonra neticeleri aldık. Üçüncüydüm kazananlar arasında. sıkıntılı şartlarda müthiş bir mücadele veriyorduk iyi öğrenci olmak için.
Altı kişi bir araya gelip Akdeniz Caddesindeki 74 numaralı apartmanda bir kat tutuyoruz. Çocukların dördü Yüksek Ticaret'te, biri de Dişçilik' te okuyor. Adam başına 45 lira düşüyor. Bir süre sonra kiraya zam yapılınca ev kiramız 70 lira oluyor. Derslere sarılıyorum, boş vakitlerimde hep "Nasıl geçineceğim?" sorusuna cevap aramakla geçiriyorum.
Eğlence ve içki yoktu hayatımızda. Devamlı çalışıyor ve o dönemde çıkan Varlık dergisini alıyorduk. Kendi paramızIa Erek diye bir dergi çıkardık. Cemal Süreya, Erdal Öz, Muzaffer Buyrukçu, Kemal Özer'le tanıştık. Ben hikayeler ve şiirler yazmaya başladım. Vatan gazetesinde sayfa hazırlardık. Aramızda bir zengin çocuğu vardı. Meyve alır ve bizden gizli gizli yer, kabuklarını yatağın altına atardı. Ayın on beşi dedi mi paramız biterdi. Sarayburnu'na gider zoka atardık. Her gün birimiz gider palamut tutar gelirdik.
1963 yılında Artist mecmuasının sinema artisti yarışmasında birinciliği kazanıp da sinemaya ilk adımı atınca, ilk olarak babamdan aldım lanetleyici mektupları. Arkasından arkadaşlarımın bitmeyen tükenmeyen kıncı latifeleri geldi: "Yahu Fahrettin başka işin yok muydu da artist oldun. Senden de artist olur mu?" diyerek beni her fırsatta iğnelerler, kahrederlerdi.
Diğer arkadaşların okulları bitti. Ben Balo sokağında bir bodrum katına taşındım. Rutubet içinde, insanların ayaklarını görebildiğim bir pencere, o kadar. Ancak bu dönem benim için en verimli zamanlar oldu. Çok güzel hikayeler yazdım. Sonra Bülent Ecevit'in de yazdığı Pazar Postası çıktı. Hem siyasi, hem edebi ve fikri bir dergiydi. Genellikle hemşirelerin yaptığı bir iş vardır: Hasta beklemek. Para kazanmak için o işi yapıyordum. Bir gün Aksaray tarafındaki bir eve gittim. Yemek vakti geldi, beni de çağırdılar. Gittim. Ev halkı sofraya oturmuştu. Biri beni alıp mutfağa götürdü. Birden olduğum yerde sallandım. Benim yemeğim mutfaktaydı, orada yiyecektim. Düşünün o sırada doktor olmak üzereydim. Gençtim, tecrübesizdim ve tepeden tırnağa da gurur doluydum.
(Bölüm 4) Eskişehir'e geldim. Orda Halit Ağabey ile tanıştım
Üniversiteyi bitirdim, Eskişehir'e geldim. Orda Halit Ağabey ile tanıştım. Şafak Bekçileri'ni çekiyordu, Göksel Arsoy ile. Sonra ben ihtisası beklemeye başladım. Çalışıyorum ama ihtisas olmayınca öğle yemeği yok, akşam yemeği yok, para yok. Bir yoksulluktur, garibanlıktır gidiyor. Bir evlilik var başımızda o zamanlar. Suadiye de oturuyoruz. Bir akşam Halit Ağabey ile karşılaştım "Yahu bir film çekeceğim" dedi bana. Gurbet Kuşları 'ndan bahsetti, bir doktor rolü vardı. Halit ağabey daha o filmde keşfetmişti, "Yahu doktor sende müthiş bir şey var. "
İlk filmimden elime geçen 500 lira ile ancak üç ay idare edebildim. Sonra gene açlık günleri başladı. Yeşilçam'da belki iş verirler diye yazıhane dolaştığım günlerden birinde Aziz Sarıkaya'ya uğradım. Belki bir iş verir diye düşünmüştüm ama yanılmışım. Odasında olduğu halde bana kendisini 'yok' dedirtti. Bozuk bir moralle, cebimde iki buçuk lira olduğu halde, Taksim'den Karaköy'e kadar yürüdüm, vapura bindim. Yorgundum, ama son paramı tüketmeye gönlüm razı gelmiyordu bir türlü. Kadıköy' den, Suadiye' deki kayınpeder evine yürüye yürüye gittim.
Medrano Sirki'nde Rus kazakların atlarına baktım, karşılığında binicilik dersleri aldım. Parende atmasını öğrendim cambazlardan. Ter kokulu havlularını kurutup peşlerinde koştum. Sirkte bulunanların çoğu benim artist namzedi olduğumu öğrenmişlerdi. Bir gece program bittikten sonra şimdi ismini pek hatırlayamadığım fakat çok sevdiğim akrobatlardan biri yanıma geldi, "Gel, seninle biraz çalışalım" dedi. "Sana ufak bir numara göstereceğim ve bütün filmcilik hayatında bu numaranın büyük faydasını göreceksin". Onunla tam iki saat çalıştık. Ertesi gece gene, daha ertesi gece gene derken, kendimde bir fevkaladelik hissetmeye başladım.
O dönemde Türk sinemasında başrol oyuncuları gerçek tipler değildi. Ama çevresindeki insanlar yaşıyor. Bütün yardımcı rollerdekiler, hepsi yaşıyor. Biz başrolcüler gerçek dışı. O sıralarda Suat Yalaz'ın çizgi romanından Karaoğlan filmi yapılmak isteniyor. Ben de o zaman piyano çalan, keman çalan romantik bir jönüm. Ama gene bir Kıbrıs filminde, Remzi Jöntürk' ün teklifiyle biraz avantür koyduk. Bayağı tuttu ve iyi yapıldı. Ben sinemaya başladığımda çok basit hareketler vardı. Biz o zaman parendeler attık, havalarda uçtuk. Biraz dinamizm getirdik sinemaya. Ben de ona güvendim, Karaoğlan'da oynarım diye düşündüm.
Yeşilçam'dan kaçmaya, 'elveda sinema' demeye hazırlanırken Ülkü Erakalın çıktı karşıma. ‘Bana Gözleri Ömre Bedel’ filminde şans tanıdı. Adım bir anda bütün Türkiye'ye yayıldı ve şöhretin kapıları önümde ardına kadar açıldı.
Cüneyt Arkın'ın kendi kaleminden ailesiAnamın ellerinde, çalışmaktan kocaman nasırlar vardı. Onları kına ile kapatmaya çalışırdı. Öylesine sessizdi ki, asla şikayet etmez, varla yok arasında yaşardı.
On üç çocuk doğurmuştu. Onunu yoksulluk, bakımsızlık ve cahillikten kaybetmişti.
Babam
Babam ince uzundu. Toprak kadar sabırlıydı. Kocaman elleri vardı. Okumamıştı. Ama tabiatın içinde doğup büyüdüğünden, koyunlar, köpekler, ekinler, yıldızlar, yağmurlar, böcekler, kuşlar hakkında her şeyi bilirdi. Devamlı bozkır güneşine bakmaktan gözleri kısık, yüzü kırışıklarla doluydu. Ekinlerin büyüme seslerini duyar, bana dinletirdi. ‘Bak ekinler büyüyor oğlum, seslerini duyuyor musun?’ derdi. Otlardan ilaç yapardı.
Küçük ablamın yüzü, bozkır ağustosunun zerdalisi gibi tatlı çilliydi. Üçüncü çocuğunu kocası istemediğinden düşürmek isterken, kocakarıların elinde öldü. Eskişehir’in dışında kendi elleriyle bir gecekondu yapmıştı. Duvarları çamurlu elleriyle sıvamıştı. Genç kız ellerinin izleri görülürdü duvarlarda. Yıllarca, o izleri, ablamın ellerini hasretle öptüm.
Saçları sonbahardı. Gözleri mürdüm eriği gibi hep buğuluydu. Galiba hep sessizce ağlardı. Büyük ablam anneme benzerdi. Güçlü, çalışkan çocukluğunu da genç kızlığını da yaşayamadı. Yaz, kış koyunlarımızın peşinde koşturur dururdu.
Üç çoban köpeğimiz de ailedendi. En çelimsizinin adı Öksüz’ dü. Anasız büyümüştü. İnsanlara derin bir kederle bakardı. Onunla yatıp kalkardım. Bir yabancı yanıma yaklaşsa, o küçük çelimsiz, öksüz bedeni kabarır, büyür, bir canavar kesilirdi. Diğer ikisi koyunlardan ayrılmazlardı. Canları pahasına sürüyü korurlardı. Onlarla oynardık.
Aileye bir de eşek dahildi. Çok yaramazdı. Sevdalımdı. Bensiz yaşayamazdı. Adın ‘Sevdam’ olsun demiştim. Durmadan ahırdan kaçar, okulun önüne gelip beni beklerdi. Öyle çifte atardı ki, kimse yanına yaklaşamazdı. Ama beni gördü mü uslu bir çocuk olur, gelip kocaman başını göğsüme sürterdi.
Doğumda anaları ölen öksüz kuzularda ailemizdendi. Onları diğerlerine göre ne kadar çok beslesek, iyi baksak, büyümez, çelimsiz kalırlardı. Analı kuzular neşe ile hoplaya zıplaya oynarlarken, onlar bir kenarda boyunları bükük, yetim öylece dururlardı. Gözlerinde dayanılmaz bir hüzün vardı.
Ben
Ahıra yuva yapan bir çift kırlangıçta ailemize aittiler. Çocukları da bizim çocuklarımızdı. Kışın soğuğunda, yem bulamadıklarında onları ellerimizle beslerdik.
Benim ailem işte böyle geniş çeşitliydi. Ben dostluğu, vefayı, sevgiyi, köpeklerimden, eşeğimden, kuzularımdan, kuşlarımdan öğrendim.
Ve tabi hayatı.